24 Ocak 2013 Perşembe

Düşler Diyarı

Portakal kokulum, Alpayımdan önce yapmakta olduğum ne kadar rutin, sıradan alışkanlıklar, etkinlikler varsa şu an için çok anlamlı oldu. Örneğin film izlemek bu etkinliklerden birisi. Haftasonu izlediğim Düşler Diyarı filmi ise beni son zamanlarda en çok etkileyen, içimi ezen, boğazımı sık sık düğümleyen bir film oldu.
' Evrenin varlığı herşeyin birbiri ile uyum içinde olmasına bağlı. Eğer parçalardan biri bozulursa ve bu en küçük parça bile olsa tüm evrenin dengesi bir anda bozulur' filmin küçük yaştaki kahramanının kendisini, çevresini ve böylelikle dünyayı anlamlandırmaya çalışırken dudaklarından bu sözcükler süzülüyor.
Cimcime kız Huspuppy'in yaşamda olmayan annesiyle hala kurmakta olduğu bağ, ölümcül bir hastalığı olan babası ile kurduğu güçlü, farklı aslında hepimizde olan görünmeyen o ilişki, babasının kalp atışlarının varlığı ile ihtiyacı olan huzur ve güvene sahip olması, küçük bir çocuğa söylediğimiz herşeyin onun hayal dünyası ile birleştiğinde nasıl bir gerçekliğe sahip olabileceği, anne baba sevgisini, sarılmak , dokunmak gibi hislerin doygunluğuna, yitiklik duygusuna sahip çocukların nasıl ihtiyacının olduğu, her ne kadar olumsuz, kötü koşullara sahip olsalar da an'ı yaşayan, birbirinden özellikleri, görünüşleri, yaratılışları, kimlikleri farklı ancak mutlu insanların nasıl mutlu kalıp özleriyle yaşamaya dair inançları, küçük kızın bu güçlü yolculuğu filmi benim için mükemmel kıldı...
Genellikle yaşamın olağan koşulları, beklentilerle çevrili küçük dünyamız, hep erteleyerek ve an'ı düşünmeyerek yaşama kulaç atışlarımız, gittikçe kendimize odaklanan ve ben için yaşamaya alışmamız, biz yaşarken bizim gibi olmayanları 'ötekileştimemiz', herşey yoluna girdiğinde yolundan çoktan çıkmış insanları gözden çıkarmamız, tüketmeye alışırken tükettiklerimizle boğulmaya başlayıp farklı huzurlar arayışına girmemiz, less is more, az çoktur, sadelik iyidir gibi popüler lakırdıları lak lak lamamız ancak cümle içinde değil de yaşam içinde gösterememiz gibi şeyler hissettirdi bu film bana..
Filmin sonunda bir kaç şey daha düşündüm, küçücük bir insanım var şimdi, canım oğlum yetişiyor günden güne..Bu ülke koşullarında maddi manevi zorlaşan koşullara sahip bu diyarda büyüyor oğlum. Alpayımın, kendisine geçinmek için zor para yeten ailelerin emeğiyle büyümüş anne ve babası var. Biz de bu şartlarda kendimize yetmek, hele şu sıralar çevresel koşullarımızı düzenlemek için kendi emeğimizle ev alalım, bunu alalım, şunu yapalım, hayatı yakalayalım derdinde koşuşturan iki tipiz. Bu iki tipten kendisine yeten, doya doya koklayan, koşan, ağlayan, gülen, ezilen ama ezildikçe büyüyen en önemlisi de kendisine yeten bir birey olsun Alpay! Alpay oğlan mutlu olmayı ve kendisini mutlu kılan değerlerin ne olduğunu bilerek büyüsün !!!



 
 
 


 
 
 
fragmana bakın
 
 
 

17 Ocak 2013 Perşembe

Yaprağa rengini veren klorofil!!

Sabahın henüz körü. İçimde garip bir burukluk, rutin anne- bebek ilişkisi ve evden ayrılış. Elimde yeni bir adres. Bu adreste olmazsa belki bir başkasına giderim dediğim diğer adresler aklımda. Bakıyorum kapı kapalı tabii hava ayaz kapıyı kapalı tutarlar. İçerde sanki kuzuların sessizliği ama asıl kuzu olan benim. Heyecanım belli ki gözlerimden okunuyor, karşımda kabile şeklinde duran elemanlardan en cesaretlisi bana yöneliyor ve henüz karga ilk kahvaltısını yapmadan neden orada olduğumu bakışları yanısıra sözleriyle sorguluyor. Mecburum, her biriyle iyi geçinmem gerek, yüzümde masum bir gülücük, dudaklarımdan işte o kelimeler süzülüveriyor ' Saçımın rengini açtırmak istiyorum'...

Kulak için örs çekiç üzengi neyse kadın için saç odur. Yaprağa rengini veren klorofille saçıma rengini veren kuaför benim için aynıdır.

Her kadının eninde sonunda sıklıkla gittiği mekanlardır kuaför salonları. kendi adıma en sevdiğim ortamdır. O koltuksa oturmayı en sevdiğim koltuktur. Fazla müdahale etmeyi sevmediğim için ve genellikle beni baştan yarat, emel acarla sil baştan gibi bir modda gezdiğim için kuaförlere güvenir ve onlarla iyi geçinirim. Sanki diplomalarını inceler gibi ustalık belgelerine bakarım gizli gizli..Merak ederim bir iki kupa, madalyon falan ararken bulurum kendimi. Onların varlığı beni rahatlatır üstelik salonun duvarlarındaki saç renkleri ve kesimlerinin ne idüğü belirsiz olduğu kadınların resimleri, posterlerin yeni ya da eski olması benim için önemlidir. Sonrası ise aynı!

Her defasında artık sürekli bakım için geleceğim diyerek çıkıp mecbur kalmadıkça oraya uğramayanlardan olan ben, o lavaboda saçlarımın yıkanmasını, yıkanırken boynumun gerilip damarlarımın çekildiğini hissetmeyi, saçlarım kurutulurken kuaför bana bir şey soruyor mu, sorarsa şimdi duyamam kaygısıyla onun ağzının hareketlerini incelemeyi, saçlarım bit pazarı gibi karışık ve iki dost gibi birbirine perçinleşmişken eleman arkadaşın saç fırçasını en tepeden aşağıya doğru dümdüz indirmesini, saç işlemim bitince arkamı göstermeleri için ayna getirirlerken nedense yaşadığım utancı ve sanki o anda tüm kadınlar aynı hareketi yapmak zorundaymış gibi önce hafif bir sola sonra sağ yana bakınmayı pek sevmiyorum Ama eğer o gün kuaförde bir gelin başı varsa ve o gelinin başı uzaydan görünebilen tek gelin olma kıvamına doğru gidiyorsa o gelini incelemek, o gelinin arkadaşlarının gelinden çok gelincilik yapmasını izlemek ise o günümü renkli kılar.


Renk demişken bakalım biraz açtırdık rengini, değiştirdik biraz şeklini şemalini, belki değiştirmek gerek biraz da kendimize ilişkin algımızı, düşüncelerimizi. O zaman önce sevelim kendimizi sonra severiz etrafı, etraftakileri, kuaförleri...


 

2 Ocak 2013 Çarşamba

Melek gibiyim burda!

'Çay çay içmeye geliyorum..Şimdi ..şimdi..' bir hakim bu şekilde kendi odasından koridorun bir ucundaki diğer hakime seslenirken, içimde sizlere işimi gücümü anlatma isteği alevlendi.
Pazartesi sabahından başlamak suretiyle akşama kadar dua ettim. Milli piyango biletlerinin bari bir tanesi tutsundu. Yine aynı aslı olarak kalacaktım, işime devam edecektim ama daha az kaygılı biri olacaktım. Olmadı, olamadı, aldığımız beş biletin parası çıktı, son üç rakamın tutması da dualarımda birşeylerin eksik olduğuna işaretti.
Haftanın beş günü evimde annemi alpayımla bırakıp geldiğim bir işim var. İşimi gerçekten seviyorum, zor yaşam koşullarında severek işini yapan belki de azınlık gruptayım.
Tahmin ettiğiniz, belki de bildiğiniz gibi insanların hiç sevmediği, belki de sadece sicil kağıdı almak için bir kaç kere uğradığınız ki umarım hiçbir zaman yargılanma sürecine dahil olmayacağınız ortamda, adaletin dağıtıldığı, buram buram endişe kokan sarı koridorlu, bol insanlı, çayların kahvelerin etrafta uçuştuğu, kapıda polis amcaların ve teyzelerin sizleri beklediği, yanlarından geçerken uzun süre selam vermediğim için vicdan azabı çektiğimden dolayı şimdi hepsiyle göz teması kurmadan içeri giremediğim ortamda, saray olduğuna inanmadığım ama hala kargolarım için adliye sarayı yazmaktan vazgeçmediğim ve kendimi içinde bir prenses olarak göremediğim adliye sarayında bir psikolog olarak çalışıyorum.
Adliyede çalışan biz psikologlar, sosyal hizmet uzmanları ve pedagoglarla birlikte sosyal çalışmacılar olarak çalışıyoruz.  Kimimiz aile mahkemelerinde kimimiz ise çocuk mahkemelerinde çalışıyor. Aile mahkemelerinde evlilik birlikteliğinin devamı, yaşanan sorunların belirlenmesi, velayet konusunda tarafları tanıyıp, velayetin kimde olacağı hususunda görüş bildirme görevleri vb, çocuk mahkemesinde ise suça sürüklenen çocukların suça sürüklenme nedenlerini belirlemek, onları tanımak, haklarında karar veren hakimlere görüş bildirmek, onların nasıl daha iyi şartlarda olabileceğine ilişkin görüş vermek ve yönlendirmelerde bulunmak işimiz...Tabii adliye bünyesindeki personele koridorlarda, odamızda gönüllü psikolojik danışmanlık yapmamız da söz konusu...
İşimde en sevdiğim rolüm ise, ister tanık ister mağdur isterse sanık konumunda olsun çocuklarla iletişim kurmak, onlara kafalarındaki kocaman 'ben burda ne yapacağım?' sorusuna onlarla yanıt bulmak. Belki de en önemli can alıcı kısmı da bu.
Bizim bile hala anlamlandıramadığımız, yorumlamakta zorluk çektiğimiz pek çok şey varken bir çocuğun ne sebeple olursa olsun mahkeme sürecindeyken kendisine nerede olduğunu, neden orada olduğunu, nasıl davranabileceğini söyleyen bir meleğin bu süreçte yanıbaşında olmasının onunla bu süreci atlatmasının işimin en değerli tarafı olduğuna inanıyorum.
Bu görevimin  henüz ilk yılındaydım, o zamanlar bir boşanma davasında velayet hususunda taraflarla ve çocukla görüşmüştüm. Aradan 7-8 ay geçtiğinde bir personelle odamıza bir kız girdi. Malesef adını hatırlayamadığım 6 yaşlarında küçücük cimcime bir kızdı ve girer girmez bana sarılıp ağlamaya başladı. Annesiyle farklı bir konu nedeniyle adliyeye gelmişlerdi ve kalabalıkta annesini kaybedince görevlilere benden bahsetmiş ' o abla vardı beni ona götürün, o annemi bulur! ' demiş. İlk defa girdiği, hayatının belki de en kötü olayında anne ve babasının ayrılık sürecinde beni güvenilir seçmişti, beni cebinde o küçücük zihninde saklamıştı ve o gün en ihtiyacı olduğunda yanına beni çağırdı.

İşimi seviyorum işte. Melek gibiyim burda..Kanatsız birer meleğiz aslında...